Eğitim dediğimiz şey, aslında bir milletin kendine anlattığı en uzun hikâyedir. Ama her hikâye gibi, bu da yalnızca kelimelerle değil; kimin anlattığıyla, nasıl anlattığıyla ve hangi değerleri öncelediğiyle anlam kazanır. Türkiye’nin eğitim serüvenine baktığımızda, karşımıza yalnızca değişen müfredatlar ya da ders kitapları çıkmaz. Bu, aynı zamanda bir kimlik arayışının, bir aidiyet meselesinin ve bazen de bir dayatmanın hikâyesidir.
Eğitim, sadece bireyleri değil, toplumları da biçimlendirir. Hele ki bizim gibi ülkelerde... Bu topraklarda eğitim, çoğu zaman düşündürmenin değil düşündürülmenin, özgürleştirmenin değil yönlendirmenin aracı oldu. Ve ne yazık ki, sistemin temelinde milletin değerlerinden çok, başka dünyaların bakış açıları yer aldı. Daha en başta, millî bir ruhla kurulmamış bir sistemden erdemli, ahlâklı, yetkin insanlar çıkarmayı beklemek, bir çelişkiydi. Bireyi şekillendirmek üzere tasarlanmış bu sistem, zamanla bireyi anlamaktan uzaklaştı; sonuçta ortaya ne kendisiyle barışık ne de toplumuyla bütünleşmiş nesiller çıktı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Amerikalı pedagog John Dewey’ye ısmarlanarak başlatılan ve Hasan Âli Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç eliyle karakter kazanan eğitim programı, esasen 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesi ile Fransız İhtilali’nin pozitivist ilkelerine dayanıyordu. Bu felsefi zemin, Anadolu insanının irfan ve kültür iklimine, inanç dünyasına ve benliğinin doğasına yabancıydı. Eğitim artık sadece öğretmek değil, dönüştürmek için tasarlanmış bir aygıttı. Halkın ihtiyaçlarından değil, bürokratik merkezlerin ideolojik tahayyüllerinden besleniyordu. Müfredat, milletin ruh ve yetenek potansiyelini uyandırmak bir yana, pozitivist karakteri ağır basan ideolojik koşullandırmalarla insanımızı rejime uyumlu, edilgen, sessiz bireyler hâline getirmeyi amaçladı. Daha ilk mektepten itibaren “uyu uyu, yat uyu” felsefesiyle zihinleri baskı altına alan bu anlayış, bir uyanışın değil, bir unutuşun eğitimiydi. Eğitim, bilgiden çok telkine dayalıydı; kök salmaktan çok şekil vermeye ayarlıydı. Böylece maarif, milletin hikâyesini taşıyan bir hafıza olmaktan çıkarılarak, yeni bir kimlik dayatmasının mecrası hâline getirildi. Eğitimin yönü, milletin sesine değil, ideolojik merkezlerin belirlediği çizgiye doğru çevrildi.
Zamanla bu sistem, Fransız düşünür Althusser’in “devletin ideolojik aygıtı” dediği şeye dönüştü. Millî Eğitim, artık milletin değil, belli bir ideolojinin eğitimi oldu. Düşünen, sorgulayan, ahlâklı bireyler yerine; sessiz, edilgen ve kalıplanmış insanlar yetiştirildi. Eğitim bir vasıta olmaktan çıktı, bir amaç hâline geldi: millete rağmen millet inşa etmek.
Tarihsel sürece biraz daha yakından bakınca bu tablo daha da netleşiyor. Tanzimat’la birlikte eğitim, vakıf eliyle yürüyen sivil bir alanken devletin mutlak kontrolüne girdi. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile birlikte eğitim kademelendirildi, zorunlu hâle getirildi ama aynı zamanda sekülerleştirildi. Bu dönüşüm, toplumla devlet arasındaki mesafeyi büyüten ilk adımlardan biriydi.
II. Abdülhamid döneminde ise bu akışa kısa süreli bir ara verildi. Eğitim, Osmanlı’nın İslamî kimliğiyle yeniden buluşturulmak istendi. Fakat bu öze dönüş uzun soluklu olamadı. II. Meşrutiyet’le birlikte Batıcı anlayış yeniden öne çıktı. Devletin “iyi” ve “doğru” tanımı neyse, eğitim de bireyi o tanıma uygun hâle getirmekle görevliydi.
Ama asıl kırılma, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Tek Parti Dönemi’nde yaşandı. Yeni bir toplum yaratma hedefiyle, geçmişle bağlar koparıldı. Harf devrimi, takvim ve saat değişiklikleri, eğitimdeki dinî ve kültürel izlerin silinmesi, hepsi bu kopuşun parçalarıydı. İsmet İnönü’nün hatıralarında geçen “Geçmişin kapılarını kapattık” cümlesi, bu dönemin niyetini açıkça ortaya koyuyordu.
Öğretmenler de artık sadece bilgi aktaran değil, ideolojik kalıpların uygulayıcılarıydı. Hasan Âli Yücel’in bir öğrencinin şiirini Meclis kürsüsünden okuduktan sonra, “Bu ruhta yetiştirmeyeni okuldan atarız” demesi boşuna değildi. O dönemin ders kitaplarında “Türk kanını taşıyan” gibi etnik vurgular, başörtülü figürlerin ders kitaplarından silinmesi, dinî ve kültürel sembollerin itibarsızlaştırılması; toplumla eğitim arasındaki bağın nasıl zedelendiğini gösteren çarpıcı örneklerdir.
1945 sonrası çok partili hayata geçiş, halkın sesini yeniden duyurdu. Din dersleri geri geldi, imam hatipler açıldı ama bunlar çoğu zaman samimi taleplerden değil, siyasal zorunluluklardan doğdu. Gerçek değişim, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle başladı. Eğitim ilk kez milletin ruhuyla temas etmeye başladı. Türk-İslam sentezi ders kitaplarına girdi, Hz. Peygamber’e saygılı ifadeler kullanılmaya başlandı.
Sonrası ise inişli çıkışlı bir yolculuktu. Koalisyonlar döneminde kazanımlar geri alındı, sonra bir daha verildi. 12 Eylül darbesiyle birlikte eğitim, yine ideolojik bir forma sokuldu. Din Kültürü dersi zorunlu oldu ama içeriği ideolojikti. “Bu din benim dinim değil” diyenler, aslında haklıydı.
28 Şubat ise bu mühendisliğin zirve noktasıydı. Başörtüsü yasakları, katsayı uygulamaları, imam hatiplerin kapatılması, yaz kurslarının yasaklanması, öğretmenlerin fişlenmesi, ders kitaplarının görsellerine kadar uzanan ince ayar... Her şey ama her şey, toplumun inancına, kültürüne, kimliğine karşı bir mücadele alanıydı. Karma eğitim dayatması, biçki-dikiş kurslarına bile erkek kontenjanı zorunluluğu getirdi.
Sonra 2002 geldi. Millet iradesi yeniden güç kazandı. Ak Parti’nin ilk yılları, 28 Şubat’ın kalıntılarını temizleme mücadelesiydi. Ama vesayet kolay teslim olmadı. Kapatma davaları, 367 krizi, e-muhtıra gibi süreçler, eğitimin özgürleşmesini geciktirdi.
Sonraki dönemler, bu direncin kırıldığı ve milletin taleplerinin belirleyici olduğu bir süreci başlattı. 4+4+4 sistemi ile kesintisiz eğitime son verildi. Seçmeli Kur’an-ı Kerim, Siyer-i Nebi dersleri müfredata girdi. Andımız kaldırıldı, Milli Güvenlik dersi müfredattan çıkarıldı. Kürtçe ve Alevilik gibi farklılıkların eğitime dâhil edilmesi, Türkiye’nin çok kültürlü yapısının inkâr edilmediği bir dönemin başladığını gösterdi.
Artık milletin iradesi sadece görünür değil, belirleyici hâle gelmişti. 4+4+4 sistemiyle kesintisiz eğitime son verildi, seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Siyer-i Nebi dersleri müfredata girdi. Andımız kaldırıldı, Milli Güvenlik dersi müfredattan çıkarıldı. Kürtçe ve Alevilik gibi farklılıkların eğitime dâhil edilmesi, Türkiye’nin çok kültürlü yapısının artık bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görüldüğünü gösterdi.
Ve bugün, artık yeni bir eşikteyiz: Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, yalnızca bir müfredat değişikliği değil, eğitimin ideolojik bir aygıt olmaktan çıkıp yeniden maarifleşme sürecine yöneldiğinin güçlü bir işaretidir. Geçmişin hatalarından ders alarak inşa edilen bu model; milletin değerlerini merkeze alan, çağın ihtiyaçlarını gözeten ve evrensel kazanımlarla yerli irfanı buluşturan kapsamlı bir vizyon sunmaktadır.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile birlikte artık yalnızca bilgiye değil, hikmete; yalnızca başarıya değil, şahsiyete; yalnızca sınava değil, hayata hazırlanmanın yolları aranıyor. Bilginin erişilebilirliğinin arttığı bu çağda, önemli olan bilgiyi içselleştirebilmek, onu anlamlandırmak ve vicdanla bütünleştirebilmektir. İşte bu yeni anlayış, eğitimi yalnızca bir aktarım süreci değil; ruhu olan, değer taşıyan bir yolculuk olarak yeniden tanımlıyor.
Bu modelin felsefi zemini, evrensel K-12 becerileriyle ülkemizin insan profilini buluşturan güçlü bir çerçeveye dayanıyor. Ezberci yapı terk edilerek, beceri temelli bir yaklaşım benimseniyor. Her öğrenciyi aynı kalıba sokan, vasat bir eğitim anlayışı yerine; farklılaştırmayı, zenginleştirmeyi ve bireysel potansiyeli keşfetmeyi önceleyen bir yapı inşa ediliyor. Böylece, yıllardır süregelen "herkesi eşitleyen ama kimseyi geliştirmeyen" sistemin dışına çıkılması hedefleniyor.
En önemlisi de eğitim ile ahlâkı aynı potada buluşturan bu yaklaşım, yalnızca bilgili değil; erdemli, vicdanlı ve yetkin bireyler yetiştirmeyi amaçlıyor. Çünkü bu toprakların hikâyesi yalnızca başarılarla değil; değerlerle, ahlâkla ve aidiyet duygusuyla yazılır. Eğitim, bireyin zihnini bilgiyle donatırken, kalbini boş bırakamaz. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, işte bu dengeyi gözeten bir anlayışı temsil ediyor.
Bu yüzden diyoruz ki: “Maarifin aynasında bir milletin yüzü görünür.” Bugün eğitim, artık sadece akademik bir yarışın sahası değil; çocuklarımızın karakterini, kimliğini ve ruhunu mayalayacak bir iklimin adıdır. Ve eğer gerçekten Türkiye Yüzyılı’nı inşa etmek istiyorsak, bu ancak köklerimizden güç alarak yükselen, evrensel ilkeleri özümseyen ama asla kendine yabancılaşmayan bir maarif anlayışıyla mümkündür.
Ve unutmayalım: Kendi milletine ait olmayan bir eğitim, o milletin çocuklarını kendine yabancılaştırır. Yabancılaşan nesillerle ise asla güçlü bir gelecek kurulamaz. Türkiye Yüzyılı, işte bu yüzden ancak millî bir maarif modeliyle inşa edilebilir.
Vesselam...
Eğitimin Aynasında Kendimize Bakmak
Son Model Akademi
176 Yılda 36 Model: Sürekli Değişen Öğretmen Yetiştirme Politikaları ve Bitmeyen Arayış
Eğitimde Nicelik ve Nitelik Dengesi: Sayılar Yeterli mi?
Akademik ve İdari Personelin Sorunları Çözülmeden Küresel Rekabet Mümkün Değil
Yükseköğretimde Dönüşüm Zorunlu, Reform Kaçınılmaz
FİLİSTİN DİRENİŞİ, MÜSLÜMANLARIN GELECEĞİ VE EMPERYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ
Millî bünyemize uygun bir müfredat
Zihin kapalı devre, sınav açık uçlu!
‘Duran saatler 04.17’
Yeni bir İLKSAN’a doğru
Eğitim yönetiminin öncelikli gündemi eğitimcilerin sorunlarını çözmek olmalıdır
Selam ve teşekkür
Çanakkale-Gazze Hattında İnsan-ı Kâmili Aramak
Bizimle canlanacak nice umutlara doğru
Örgütlü olmanın bereketiyle birleştik, birleştikçe büyüdük ve güçlendik
Psikopatik zevzeklerin kuru gürültüsü
Re’sen Atama Hangi Aklın Kârı
Geçmişten Günümüze: Maarifin Aynasında Bir Milletin Yüzü